Bile isteye göz kırpan gizli gözlerin, duvardaki çiçeklerin arasında
açılan uyanık kylakların ve gülümseyen karanlık ağızların işbirliğini
görmeden sezerdi.
Deliren çıldıran zamanın, olayların tekdüzeliğinden kopup kaçak bir
serseri gibi tarlalarda bağırarak koştuğu bir andı. Öyle anlarda yaz
çığrından çıkar, delice bir dürtüyle her yandan evrenin tümüne yayılır,
bilinmedik, çılgın bir yöne doğru ikiye-üçe katlanarak giderdi.
Bana hem bakıyor hem bakmıyor, beni hem görüyor hem görmüyordu.
Boş ihmal edilmiş odalar onu onamıyor, eşyalar, duvarlar ona sessiz bir eleştiriyle bakıyorlardı.
Dürtüler genellikle kestirmeden gitme, daha kısa, ama az bilinen bir
yolu kullanma biçiminde masum bir istekle başlar. O ana dek hiç
geçilmemiş olan yan sokaklardan geçip karmaşık bir yürüyüşü kısaltınca,
insanın önüne oldukça çekici olanaklar çıkabilir. Ama bu kez her şey
değişik başladı.
Görünmeyen varlığın aydınlattığı bulutların, o kuştüyü yatakları
altında gömülmüş duran ayı bekleyen hala çok uzun bir yolculuk var
gibiydi; ay, karmaşık göksel işlemlere dalmıştı, henüz gün doğumunu
düşünmüyordu.
Burası bir sanayi ve ticaret bölgesiydi, soğuk faydacı niteliği göze
batacak biçimde vurgulanmıştı. Dönemin ruhu, ekonomi düzeneği bizim
kentimizide eline geçirmiş kıyısındaki bir bölgeye yerleşmişti; burası
sonradan asalak bir mahalleye dönüştü.
Bir muhasebe defterinin sayfaları gibi düzgün çizilmiş büyük gri
pencerelerden içeri günışığı girmezdi, ama dükkan yine de gölge
düşürmeyen, hiçbir şeyi belirginleştirmeyen, tatsız, ne olduğu belirsiz
gri bir ışıkla dolu olurdu.
Babamın ölümünden sonra annemin kendini kolayca toparlaması, içimi
ona karşı gizli bir kırgınlıkla doldurmuştu. Annemin babamı hiç sevmemiş
olduğunu düşündüm, babam hiçbir kadının yüreğine yerleşemediği için
hiçbir gerçeğin içine girememişti, bu nedenle de sonsuza dek yaşamın
kenarında kalmaya, yarı gerçek bölgelerde, varolmanın kıyılarında
dolaşmaya mahkum olmuştu.
O bomboş geçen, uzun kış boyunca, kentimizi saran karanlığın hasadı
oldukça bol, her zamankinin yüz katı oldu. Evlerin çatılarıyla ambarları
uzun süre karmakarışık kalmışlardı, eski tencereler, tavalar üst üste
yığılmış, işi biten boş şişeler dizi dizi sıralanmışlardı.Çatıların
oluşturduğu bu kömür karası, bol kirişli ormanlarda karanlık çılgınca
yozlaşıp mayalanmaya başladı. Çatı aralarında yavaların kara meclisleri
toplanıyor, gereksiz sözlerle dolu sonuçsuz toplantılar yapılıyor,
şişeler gurul gurul sesler çıkarıyor, kapaklı damacanalar kekeleyerek
konuşuyorlardı. Sonunda bir gece, tavalarla şişelerden oluşan taburlar
kalkıp büyük, şişerek taşan bir kütle olarak kente yürüdü.
Kitap gençken inandığımız bir efsandir, ama yaşımız ilerledikçe onu ciddiye almaya başlarız.
İşte o zaman hayvanların neden boynuzlu oluduğunu anladım : Belki
hayatlarına katamadıkları anlaşılmazlıkları bu boynuzlar içinde
barındırıyorlardı, çılgın ve ısrarcı huysuzluklarını, ruhsuz, yararsız
inatlarını. Varlıklarının sınırlarını aşan bir saplantı olmuştu,
başlarının boyunu açmış ve birden ,ışığı görünce hissedilebilir ve katı
bir kütleye dönüşmüştü. Sonra çılgın, inanılmaz ve önceden
kestirilemeyen bir biçim almıştı. Bu kütle, girintili çıkıntılı olmuştu,
gözleriyle göremiyorlardı onu, ama telaşlanıyorlardı: tehdidi altında
yaşamak zorunda kaldıkları bilinmeyen bir markaydı o. Bu hayvanların
neden mantıksızca ve çılgınca bir korkuya, paniğe kapıldıklarını
anladım: Deliye dönüyorlar, birbirine girmiş bu boynuzlardan
kurtulamıyorlar ve başlarını eğip bu boynuz cangılının arasından bir
kaçış yolu bulmak istercesine kederle ve vahşi gözlerle bakıyorlardı.
Kediler, ışıktan daha da uzaktılar. Kusursuzlukları rahatlatıcıydı. Bedenlerinin kusursuzluğunu ve yeteneği içinde hata ya da sapma nedir bilmiyorlardı. Bir an için varlıklarının derinlerine inerler, sonra yumuşacık kürkleri içinde hareketsiz kalırlar, ağırbaşlı ve tehdit edecek derecede ciddi olurlar, gözleriyse testekerlek olur, görünen her şeyi ateşli kraterlerinin içine çekerlerdi. Ama bir süre sonra yeniden yüzeye çıkarlar, bön bakışlarından esneyerek sıyrılırlar, hayal kırıklığı içinde, hayalden yoksun kalırlardı. Özgüvenli bir zarafetle dolu, içe dönük hayatlarında herhangi bir seçeneğe yer yoktu. Bu kusursuzluk hapisanesinde sıkılıp, hüzne kapılırlar, kırışık dudaklarıyla hırıldarlar, çizgilerin genişlettiği suratlarında ise soyut bir acımasızlık ifadesi okunurdu.Daha aşağılarda,
sansarlar, kokarcalar ve tilkiler gizlice süzülürlerdi, bunlar hayvanlar aleminin hırsızlarıydılar, vicdan azabı çekerlerdi. Hayattaki konumlarına yaratıcılarının aksine, kurnazlıkla, entrikayla ve birtakım numaralarla kavuşmuşlardı, kendilerinden hep nefret edildiği için, hep tehtit edildiklerini, hep savunmada oldukları, hep bulundukları yeri yitirme korkusu içinde oldukları için hırsızlama elde ettikleri o gizli varlıklarını tutkuyla severler, onu savunmak için mahvolmaya hazır olurlardı.
Elimi mavi boyaya uzattığımda, sokak boyunca dizilmiş bütün pencerelere kobalt mavisi bir ilkbaharın yansısı vuruyordu, pencere camları peşpeşe titriyor, gök mavisi ve göksel bir ateşle doluyordu; perdeler uyandırılmış gibi dalgalanıyordu. Muslin perdelerde boş balkonlardaki zakkumların arasındaki geçitten keyifli bir esinti geçiyordu, sanki uzun ve aydınlık bir bulvarın öteki ucundan tam olarak seçilmeyen biri görünmüş ve yaklaşıyormuş gibi; ışıl ışıl biri, kendisinden önce iyi haberleri gelen, önceden sezilen, kırlangıç sürülerinin ve işaret ateşlerinin haber verdiği biri.
Kediler, ışıktan daha da uzaktılar. Kusursuzlukları rahatlatıcıydı. Bedenlerinin kusursuzluğunu ve yeteneği içinde hata ya da sapma nedir bilmiyorlardı. Bir an için varlıklarının derinlerine inerler, sonra yumuşacık kürkleri içinde hareketsiz kalırlar, ağırbaşlı ve tehdit edecek derecede ciddi olurlar, gözleriyse testekerlek olur, görünen her şeyi ateşli kraterlerinin içine çekerlerdi. Ama bir süre sonra yeniden yüzeye çıkarlar, bön bakışlarından esneyerek sıyrılırlar, hayal kırıklığı içinde, hayalden yoksun kalırlardı. Özgüvenli bir zarafetle dolu, içe dönük hayatlarında herhangi bir seçeneğe yer yoktu. Bu kusursuzluk hapisanesinde sıkılıp, hüzne kapılırlar, kırışık dudaklarıyla hırıldarlar, çizgilerin genişlettiği suratlarında ise soyut bir acımasızlık ifadesi okunurdu.Daha aşağılarda,
sansarlar, kokarcalar ve tilkiler gizlice süzülürlerdi, bunlar hayvanlar aleminin hırsızlarıydılar, vicdan azabı çekerlerdi. Hayattaki konumlarına yaratıcılarının aksine, kurnazlıkla, entrikayla ve birtakım numaralarla kavuşmuşlardı, kendilerinden hep nefret edildiği için, hep tehtit edildiklerini, hep savunmada oldukları, hep bulundukları yeri yitirme korkusu içinde oldukları için hırsızlama elde ettikleri o gizli varlıklarını tutkuyla severler, onu savunmak için mahvolmaya hazır olurlardı.
Elimi mavi boyaya uzattığımda, sokak boyunca dizilmiş bütün pencerelere kobalt mavisi bir ilkbaharın yansısı vuruyordu, pencere camları peşpeşe titriyor, gök mavisi ve göksel bir ateşle doluyordu; perdeler uyandırılmış gibi dalgalanıyordu. Muslin perdelerde boş balkonlardaki zakkumların arasındaki geçitten keyifli bir esinti geçiyordu, sanki uzun ve aydınlık bir bulvarın öteki ucundan tam olarak seçilmeyen biri görünmüş ve yaklaşıyormuş gibi; ışıl ışıl biri, kendisinden önce iyi haberleri gelen, önceden sezilen, kırlangıç sürülerinin ve işaret ateşlerinin haber verdiği biri.
Sıradan bir yürüyüşü var, abartılı bir zarafeti yok, ama bu sadelik
insanın yüreğine dokunuyor ve Bianka böyle kolayca kendi olabildiği için
yüreğim mutlulukla doluyor.
Elinin dokunuşu inanılmaz olmalı.
Bianka, o büyüleyici Bianka benim için bir sır. İnatla inceliyorum
onu, tutkuyla ve de umarsızca, pul albümü de bana yol gösteriyor. Neden
yapıyorum bunu? Bir pul albümü psikoloji kitabı gibi temel alınabilir
mi? Ne cahilce bir soru! Bir pul albümü evrensel bir kitaptır, insan
hakkında bilinebilecek her şeyin bir özetidir.
Yakında bakınca güzelliği bastırılmış gibi, göz almıyor. Burnunun
biçiminin pek de soylu olmadığını, yüz hatlarının kusursuz olmadığını
neredeyse saygısızlığa varan bir keyifle izliyorum. Bunu fark edince de
rahat bir soluk alıyorum, oysa soluğum kesilmesin ve dilim tutulmasın
diye Bianka’nın bana karşı bir tür acıma beslediğinden çekiciliğini
denetim altında tututuğunuda biliyorum. Güzelliği, uzaklığın yardımıyla
canlanıyor ve sonra acı veriyor, benzersiz ve dayanılmaz oluyor.
Beni dinlerken, okumaya ara vermemiş olması beni rahatsız ediyor.
Her konuyu derinlemesine tartışmama, olumlu ya da olumsuz noktları
sıralamama izin veriyor; sonra başını kitabından kaldırıp kirpiklerini
dalgın dalgın kırpıştırarak acele, baştan savma, ama şaşırtıcı derecede
uygun bir karar alıyor. Dikkatimi toparlayıp, sözlerine kulak veriyorum,
sesinin tonunu dikkatle dinliyorum, amacım onun gizli amaçlarını
anlamak.
Kocaman bir tırtıl gibi, teleskop sürünerek aydınlık dükkana girdi,
ön tarafında bir taklit farı olan kağıttan kocaman bir eklem bacaklı.
Müşteriler birbirlerine sokuldular bu kağıttan kör canavardan kaçtılar,
tezgahtarlar sokak kapısını ardına kadar açtılar, ben de kağıttan
arabamla benim bu gerçekten yüzkarası çıkışımı nefret dolu gözlerle
izleyen seyircilerin arasından yavaşça ilerleyip dışarı çıktım.
Eski püskü bir demiryolu üniforması giymiş olan bir adam bir süre
yanımda oturdu, hiç konuşamadı, düşüncelere dalmıştı. Şişmiş, acıyan
yüzüne mendilini bastırıyordu. Daha sonra bu adam da kayboldu,
istasyonlardan birinde farkettirmeden iniverdi. Ondan geriye, yerde
duran samanların içinde bedeninin biçimi ve unuttuğu partal bir siyah
bavul kalmıştı.Elbisem yıprandı,
yırtıldı. Bana bir demiryolcunun eski püskü üniformasını verdiler. Yanağımın biri şiştiği için yüzüme pis bir sargı bezi sardılar. Samanların üzerine oturup uyukluyordum, acıkınca da ikinci sınıf kompartımanlardan birinin koridorunda diklip şarkı söylüyorum. İnsanlar kasketimin içine metal paralar atıyorlar; Siperliğinin yarısı kopmuş bir demiryolcu kasketi bu.
Edzio çalışmıyor: sanki ona sakatlığı yükleyen kader, bunun karşılığında Ademoğlunun üzerindeki bu lanetten onu kurtarmış gibi.
yırtıldı. Bana bir demiryolcunun eski püskü üniformasını verdiler. Yanağımın biri şiştiği için yüzüme pis bir sargı bezi sardılar. Samanların üzerine oturup uyukluyordum, acıkınca da ikinci sınıf kompartımanlardan birinin koridorunda diklip şarkı söylüyorum. İnsanlar kasketimin içine metal paralar atıyorlar; Siperliğinin yarısı kopmuş bir demiryolcu kasketi bu.
Edzio çalışmıyor: sanki ona sakatlığı yükleyen kader, bunun karşılığında Ademoğlunun üzerindeki bu lanetten onu kurtarmış gibi.
Biri seninle konuşur, bir şaka yapar, alay eder, senin de bir an
için gönlün açılır. Birine dokunursun, kimsesizliğini canlı sıcak bir
şeye yapıştırırsın. Karşındaki yürüyüp gider, senin yükünü hissetmez,
seni sırtında taşıdığını senin bir parazit gibi o an onun yaşamına
yapıştığını farketmez.
Odanın dört duvarla çevrili olduğunu açıklamalı mıyım? Nasıl olur
bu? Duvarla çevrilmek? Nasıl çıkabilirim odadan? Durum şu: İnsan isterse
bir yol bulur. İrade güçlü olunca her şey fethedilebilir. Bir kapı
hayal etmem yeter, tıpkı çocukluğumun mutfağındaki gibi demir kulplu ve
sürgülü, eski, dost bir kapı. Duvarla çevrili olsa da, böylesine
güvenilen bir kapının açamayacağı hiçbir oda yoktur, önemli olan insanın
böyle bir kapının var olduğunu düşünecek kadar gücü olmasıdır.
Kader anlaşılmaz arzularını uygulamak istediğinde binlerce yol
bulunabilir. Geçici bir bayılma, bir anlık dikkatsizlik ya da körlük,
yanlış bir seçim yapmamıza yeter. Daha sonra olayın önemini sonradan
anladığımızda, o olayı sürekli yorumlayabilir, nedenlerimizi
açıklayabiliriz, gerçek amaçlarımızı ortaya çıkarmaya çalışabiliriz, ama
geri dönüş yoktur
Ruhumun derinliklerinde bastırılmış, isyankar bahaneler olarak
yaşamış ve bilinçaltımda bana eziyet etmiş olan arzular hemen geçerlilik
kazandılar ve kendi hayatlarını sürmeye başladılar. Alnımdaki gaspedici
ve kendini beğenmiş numaracı damgası silindi.
Ücretim rahat bir yaşam sürmeme, hatta az da olsa lükse kaçmama
yetiyor. Oturduğumuz yeri Eliza kendi zevkine göre döşedi ve düzenledi,
çünkü bu yönde ne bir arzum ne de becerim var. Eliza ise tam tersine, ne
yapacağını bilen (ama sıkça fikir değştiren) biri, öyle bir enerjiyle
işe girişiyor ki aslında bu iş böyle bir enerjiye değmez.
Ve derin ve gecikmiş gece her şeye hakim oluyor. Saatler geçiyor.
Sıcacık alnımı cama dayamış olan ben, hissediyorum ve biliyorum: Bundan
böyle bana hiçbir şeyin zararı dokunamaz, huzurlu bir liman
buldum.Önümde mutluluk ve keyif dolu upuzun yıllar var. Neşeli güzel
yıllar sonu gelmeyen bir matematiksel dizi halinde sıralanıyor önümde.
Son bir kaç yüzeysel ve yumuşak iç çekiş göğsümü mutlulukla dolduruyor.
Soluk almaktan vazgeçiyorum. Günün birinde ölümün beni kucaklayacağını
biliyorum, bütün yaşamı kucakladığı gibi, cömertlikle ve iyilikle
kasabanın süslü güzel mezarlığının yeşillikleri arasında, doygunlukla
yatacağım. Karım –dulların taktığı peçenin arkasından ne kadar da güzel
görünecek- burada tadını çıkardığımız o dingin sabahlarda bana çiçekler
getirecek.
Evimize girerken, karanlık ufkun üstünde yeşilimsi gündoğumu kendini
göstermeye başlıyor. Isıtılmış ve çekidüzen verilmiş evin güzel kokusu
bizi sarıp sarmalıyor. Işıkları yakmıyoruz. Perdelerin gümüşsü desenini,
uzaktaki bir sokak lambası karşı duvara yansıtıyor. Giysilerimi
çıkarmadan yatağın üzerine oturuyor, Eliza’nın elini sessizce elime alıp
bir süre tutuyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder